İÇTEN İÇE ÇÜRÜYEN ADAM: SİNAN

Bir karakter düşünün: Sahnelerinin çoğu tuvalette geçiyor. Bu adamın en derin meselelerini anlamak için psikanalize girmeye bile gerek yok, aslında her şey gözümüzün önünde duruyor. Sinan, tam anlamıyla bir obsesyon nevrozu vakası. Bu nevrozun en belirgin alamet-i farikalarından biri, kontrol takıntısıdır. Tuvalette geçen sahneler, bu takıntının sadece bir dışa vurumu. Hayatının her alanını, her ilişkisini de bu kontrol arzusuyla şekillendiriyor.

Sinan'ın kadınlarla ilişkisine baktığımızda da aynı mekanizma işliyor. Gülbin, Melisa… Adı ne olursa olsun, Sinan için bu kadınlar birer insan değil, birer nesne. Onların duyguları, arzuları, beklentileri bir hiç. Önemli olan tek şey, Sinan'ın kendi dünyasında onlara biçtiği rolü oynamaları. Bu nesneleştirme o kadar ileri gidiyor ki, Meryem'in başörtüsünü koklayıp fetişleştirerek mastürbasyon yapması, bu durumun en rahatsız edici örneklerinden biri. O, Meryem'in kişiliğini değil, sadece bir obje olarak varlığını arzuluyor.

Bu noktada, Sinan'ın eve getirdiği kadınlara sorduğu tek soruyu hatırlayalım: "Bu gece kalacak mısın?" Bu soru, aslında bir merak ifadesi değil, tam tersine tüm iletişimi reddeden bir bariyer görevi görüyor. Sinan, karşısındaki kadınla duygusal veya düşünsel bir etkileşime girmekten, onu tanımaktan bilinçli olarak kaçınıyor. Bu soruyu sorarak, ilişkiyi en temel ve yüzeysel noktaya indirgiyor: Seks ve ertesi gün ayrılmak. Başka hiçbir soru sormuyor, çünkü herhangi bir duygu paylaşımı veya sohbet, Sinan'ın kurduğu kontrollü ve nesneleştirilmiş düzeni bozma potansiyeli taşıyor. Karşısındaki kadının bir birey olarak varlığını fark etmek, kendi içindeki boşluğu ve yalnızlığı ortaya çıkaracağı için, Sinan bu etkileşimi en baştan kesiyor.

Peki, bir adamı bu noktaya getiren şey ne? Cevap, genellikle ailede saklıdır. Sinan’ın annesinin onu sürekli değersiz hissettirmesi, onun da kendi hayatında aynı değersizlik hissine neden olan kadınları aramasına yol açıyor. Annesi arkasından "mal" derken, o da yüzüne "seni ciddiye almıyorum" diyen kadınların peşine düşüyor. Bir nevi, geçmişin yarasını tekrar tekrar yaşayarak iyileştirmeye çalışıyor. Tabii ki iyileşmiyor, yara daha da derinleşiyor.

Bu durumun bir başka ilginç boyutu da baba figürüyle olan rekabeti. Annesiyle olan sahnede bu durum bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Annesinin babayı veya "komşunun oğlunu" anlatışına gösterdiği öfkeli reaksiyon, bu rekabetin ne kadar sığ ve takıntılı bir zemine oturduğunu gösteriyor. İşte burada, o meşhur kıyma muhabbeti devreye giriyor. Sinan "ben sevmem kıymayı, babam severdi" diyor, annesi de "komşunun oğlu da severdi" diye ekliyor. Bu basit diyalog, Sinan'ın içindeki rekabet ateşini harlamaya yetiyor.

Ve geldik asıl meseleye: Meryem’in yaptığı kıymaların Sinan’ın buzdolabında neden yenmeden çürüdüğüne. Meryem, iyi niyetle, "erkeklerin" sevdiği bir yemeği yaparak Sinan’a bir yakınlık kurmaya çalışıyor. Ancak Sinan için bu kıyma, sadece bir yemek değil. Babasıyla ve diğer "rakip" erkek figürleriyle olan bitmek bilmeyen çatışmanın bir sembolü haline geliyor. O kıymaları yiyerek babasının yerini almış olmayı, onunla özdeşleşmeyi bilinçdışı bir şekilde reddediyor. Kıyma dolapta çürüdükçe, Sinan’ın bu çatışmayı çözemediği ve içine attığı öfkenin sessiz bir şekilde nasıl pasifize olduğunun acı bir göstergesi haline geliyor. Yenmeyen kıymalar, aslında Sinan'ın çözülememiş, dolaba kilitlenmiş sorunlarının bir metaforu.