Bir masada oturmuş, dünyayı keşfetmeye çalışan gözlerle cayır cayır yanan yere bir kovacık da olsa su dökmek gibi bakıyorum. Son düzlükte bir ayar verdim. Tüm parçaları söküp, yeniden monte ediyorum. Çünkü hikâyeler herkesin karşısına çıkar. Ancak görende yeşerir ve şekillenir. Çamura bulanmış bir elması görmek için parlatman gerekir. Bunu herkesin anlamasını beklemiyorum elbet. Bence gören göz olmanın en büyük kazanımı budur. Görmeyeni: uyanışına ortak etmek. Bazen gördüğün şey umduğum da olmayabilir. Ama kahramanlık hikâyelerinde de en büyük olay sonuna kadar vazgeçmeden gitmekle ilgili değil mi? Öylesine bir an sıradan ve ışıksız. Bazen yeterince göremiyorum. Gözümün önünde ve ben uyanışımla her daim gurur duyanlardanımdır. Platon’un alegorisini bilmeyeniniz yoktur.
Karanlık bir mağarada dışarıdan duvara yansıyan gölgelerin oyunlarıyla zincirini kıran kim?
O henüz belli değil, hikâyede beliren şeyin ötesinde bir giz bence. O yüzden üzerine binlerce yıldır düşünüp, konuşuyoruz nedir burada anlatılan? Bilmemek en büyük haz. Çünkü biliyor olsak konu kapanırdı. Sınırları aşıp ötesine geçmeye çalışmazdık bilinmeyenin. Her gün doğanın ışığı bize yetiyor olsaydı Tanrı’nın varlığını yalnızca kabul edip sessizce ölümü beklerdik. Sonlu sonsuz bize göz kırpmazdı en tepeden ve karanlık bir solucan deliğine düşmezdi insanlık, zamanı anlasaydı. Bilmemek en büyük günah sayılmaz ve sustururduk içimizdeki varoluş sancımızı. Aslında 40 bin yıl önce yaşam pek de fena değildi. Rahatsız edilmeden yiyecek, içecek, barınacak yer ve eş bulup, yuvarlanıp gidiyorduk. Dert edecek yeni mobilyalar, psikolojik sorunlar, para derdi yoktu. Ansızın romantik günlerin sonu geldi. Çünkü Thales, Sokrates, Aristo, Platon, Lao Tuz gibi hizipçiler büyük teorilerin çağını yarattı. Sorgulanan çağ, varoluş, nereden geldik. Varlığımız dünyada ne kadar yer kaplar, ederimiz nedir? Bizi kemiren soruların kaynağına indikçe yeni keşifler ortaya çıktı. İşte o gün bugündür boğuşuyoruz hakikatle. Peki, hakikati nasıl tanımlarsın? Eğer koklayabildiğin, tadabildiğin ve görebildiğin, o zaman gerçek beynine basitçe iletilen sinyallerdir? Bir taş parçası için evren nedir? Gerçeklik biz onu algıladığımız için mi oradadır? Eğer öyleyse buradan dehşet ve hayret edici sonuca varmak mümkündür.
Evrende ne kadar bilinç varsa o kadar evren vardır. Ve bu evrenler başka bilinçlerin evrenleriyle etkileşim halinde ve iç içedir. Belki paralel evren teorisi de bir gün bu felsefi çıkarıma dayandırılabilir. Peki, gerçeklik algıladığımız kadarsa ortak bir gerçeği elde etmek ne kadar mümkündür? Görme engelli biri için kırmızı nedir? Herkes kendi gerçeklikler oluşturuyorsa ona kendi gerçekliğimizin tek olduğunu dayatmak nasıl bir eksikliğin ürünü olabilir? Doğru/ gerçek bilginin pratikte işe yarayan bilgi olduğunu varsayalım. Yani öyle bir bilgi olsun ki tüm bilinçlerin kendi evreninde aynı anlamı taşısın. Sanırım imkânsız… Klişe bir paradoksla ‘’ mutlak tek bir doğru vardır. O da hiçbir mutlak doğrunun olmadığıdır. Formüllerle doğruluğu kanıtlandığı söylenilenler bir öğreti mi yoksa bir yanılsamadan mı ibaret? Hakikat nedir bunu söyleyebilir misin?