Hayat bu kadar hızlı akıp giderken, şehirlerimiz ay içinde bile korkunç değişime uğrarken, zaman tüketici bir hızı üstelik de şuursuz biçimde yaşarken, trafik karmaşası her saniye artarken onu yavaşlatmaya dair en ufak bir çaba bile gösterilmezken ve üstüne üstlük bu kabalıklaşma, bu kabalık, bu hara güre, bu hercümerç, katlanarak artmakta ve insanların hemen hepsinin aksinin akla getirilmemesi gerektiği noktasında ortak bir kanaate sahip olduğunu görürseniz ne yaparsınız?

Şehri terk etmekten başka elinizden ne gelir ki?

Fakat siz şehri terk etseniz de o sizin yakanızı bir türlü bırakmaz ki…

Nereye kaçacağız?

Sadece zaman tüketici hız, hasta edici tıbbî bakım, aptallaştırıcı eğitim, estetik zevki yok eden yapılaşma, tarihî dokunun tahribi, cami mihverli medeniyetin AVM mihverli sürüleşmeye dönüşmesi, hemşehriliğin yitimi alışageldik bir süreç gibi algılansa da bir sapma, bir yok oluş aslında…

Tıpkı terör gibi…

Savaş gibi…

Savaşla terörle nasıl yitip gittiğini medeniyetimizin görüyoruz açıkça…

Nasıl da çarpıcı, yıpratıcı bir, insanlığı içimizden çekip alan bir süreç bu…

Aslında normal zannettiğimiz süreç de savaş gibi terör gibi bir süreç…

Farkında değiliz ama öyle…

O yüzden şimdi terörle, savaşla karşılaşınca çok şaşırmıyoruz.

Normal gibi geliyor her şey…

Bağdat, Şam, Halep savaşla terörle yok olurken, o sahabiler şehrimiz Diyarbakır gözümüzün önünde teröre teslim olurken iç savaşı yaşarken her şey aslında Mekke’nin, Bursa’nın, İstanbul ve Ankara’nın tahrip olması, çürümesi gibi normal geliyor maalesef medeniyetimizin insanına…

Medeniyetimizin insanı derken Gökalp’in medeniyet değiştirme taktik ve stratejik sosyolojisi icabı çağdaş medeniyeti kastetmiyorum. Bizzat bizim temsilcisi olduğunu iddia ettiğimiz İslam medeniyetidir kastettiğim şey…

Artık şehir yok olup giderken ayaklarımızın altından kayarken bu tahribatı normal karşılayan insanımız her türlü teröre ve savaşa layık hale gelmektedir. O yüzden maalesef hiçbir şey şaşırtıcı değildir.

Yavaş lütfen artık yavaş…

Pazartesi akşamı TRT’de bir program seyrederken aklıma düştü bunlar.

Yavaş Şehirler…

Yavaş Şehirler diye bir kavram varmış hatta bununla ilgili toplantılar da yapılmış…

Yalnız kaldığımı ve beni kimsenin anlamadığını, o yüzden bu giderek çirkinleşen şehirlerden kaçmayı düşünürken benimle aynı duyarlılıkta insanları görmenin bahtiyarlığını yaşadım.

Her ne kadar yavaş şehirler arasında sayılan bazı şehirlerden görüntüler gösterilirken tam da sahilin yanıbaşında belli ki rüşvetle ancak dikilebilecek korkunç ve lüzumsuz apartmanları da görüverdik. Kameraman ne kadar gizlese de onlar orada sırıtıveriyorlardı.

Yine de yavaş şehirler zaman tüketici hız, tarihi dokunun tahribatı ve ne kadar çağdaş zannedilen lüzumsuz rantiyeleşme felaketi varsa ona bir isyanı, bir asil duruşu temsil ediyordu. 

Yavaş şehirler toplantısına katılmak isteyen ve şehirlerini çirkinleştiren belediye başkanları arasından hevesliler çıkar mı diye merak etmemek elde değil…

Mesela İstanbul, Ankara, Bursa gibi bir zamanlar ‘devlet aheste gerek’ diyenlerin huzur içinde mutmain nefislerin, saadet ikliminin şehirlerinin şimdiki belediye başkanları acaba yavaş şehirler toplantısına imrenerek bakabilirler mi?

Acaba benim seyrettiğim programı tesadüf de olsa seyretmişler midir?

Seyrettilerse bıyık altlarından gülüp geçtiler mi, yoksa yaptıklarından hicap duydular mı?

Her an her yerden bir tehdit, bir saldırgan, bir trafik canavarı, bir şehre inmiş ayı ile karşılaşabilen hızlı şehirlerin insanları nasıl iyi bir hayatı paylaşabilirler ki?

Kendi yolunuzda giderken bir ayının sırf kırmızı ışıkta durdunuz diye size saldırmayacağını nereden bilebilirsiniz?

Geçen ay çocuklarınızı, torunlarınızı götürdüğünüz bir çocuk parkının bu ay içinde birdenbire dev bir inşaat çukuruna dönüşüvermeyeceğinin garantisi yoktur bu şehirlerde…

Ne kadar ihtiyacımız var oysa huzura…

Yavaş şehirlere…

Yapan değil yıkan belediye başkanlarına…

Elimizin altından kayıp giden şehir, ne vakit direnecek bu soysuzlaşmaya?

BİR TEKLİF

Uçuk mu, çılgın mı olsun projelerimiz?

Hani meraklı ya liderlerimiz öylesi projelere…

Ama hiçbirisi bir Deli Petro kadar çılgın proje sahibi olamazlar.

Rus Çarı Petro, sıfırdan bir şehir kurmuştu 1700’lü yılların başında…

Neva nehri üzerine bir şehir kurdu. Üzerinde sekiz yüz köprü sağlı sollu saraylar… Petersburg Rusya’nın Batı’ya bakan yüzü… Batılılaşmanın Rusya remzi…

Petersburg sadece Rus Batılılaşmasını temsil etmiyor, Rusya’nın yeni yüzünü modernleşmesinin çehresini oluşturmuyor. Dostoyevskileri yetiştiren Petersburg Üniversitesi de burada…

Ne yazık ki, bizim çağdaş belediye reislerimizin ve liderlerimizin hiçbirisi tarihe böyle geçemeyecekler…

Hiçbirisi sıfırdan bir şehir kuramadı. Mevcut şehirlerimizi bozdular geliştirme adına…

Kimliklerini kaybettirdiler…

Ankara bu kadar perişan edileceğine etrafında birkaç çevre kenti kurulsaydı ya…

Üniversite kentleri…

Sağlık kentleri…

Çevreci yavaş şehirler…

Ankara tarihi dokusuyla yavaş ve mutmain bir şehir olma özelliğini korusaydı ya…

Bursa mesela…

Edirne sonra…

Ecdada biraz saygı duysaydık ya…

Günümüzde sıfırdan başkent kuranlar da var. Mesela Kazakistan Devlet başkanı Nazarbayev’in kurduğu yeni başkent…

Benim de Ahlat’ı ikinci başkent, bir agro-endüstri merkezi kurma teklifim vardı ya… İşte Van Gölü kıyıcığında hemen.

Petersburg’dan daha güzel bir kent yapamaz mıyız Ahlat’ı?

Bin yıl evvel buraya mührünü vuran ecdada bir borç ödeme mahiyetinde ve doğumuzu batımızı güneyimizi kuzeyimizi bir aşkla yeniden buluşturmak adına…

ŞİİR:

Amasya 

Yedinci şehrin Yeşil Irmağı

Aşar da gelir ovayı dağı

Şehirde sanki bir bulvar olur

Tarihte yaşar ölüsü sağı