İki yıl geçmiş aramızdan ayrılışının üzerinden.

6 Ocak 2014’te uğurlamıştık Kocatepe’den.

‘Bir yıl dönümünde Şükrü Karaca’yı yazmalıyım’ diyordum içimden birkaç ay önce; ama işte, gelmiş de geçiyor yıldönümü…

İki yıl içinde kim bilir neler söyler, neler yapardı?

Bu iki yıl içinde Şükrü Karaca’nın ne yazıp çizeceğini merak etmişimdir hep.

Şükrü Karaca şairdi. Tek şiir yazsaydı bile şairdi. Şairdi ama alışageldik şairler gibi kendi fildişi kulesinde mısraları, mazmunları, kafiyeleri vezinleri ile uğraşan salt şair değil… Elini taşın altına koyan ve ülke meseleleri etrafında üstelik de en zıtları buluşturan bir yaratıcı entelektüalizmin siperi şair… Siperi ve temsilcisi…

“Alevden atlara bindiler

Dönmediler bir daha”

Böyle yazdı ama ateşi yakından görmüş gibi Anestü Nara diyerek uçmaya vardı.

Sırayı saygıyı aştı da gitti…

Sıralı ölümler varmış ne bileyim. Vakti geldi mi gitmeyi bilmek gibi bir şey herhalde…

Bir de ansızın gelenler var.

Sanki yarın çok önemli bir mesaimiz vardı da birden bire trafik kazası gibi ya da bir pusu gibi alır dostumuzu elimizden.

Ansızın geldi ölüm…

Ne de tuhaf gelişti öyle… 

Sanki ölmemişti. Daha yazacakları vardı… Yapıp edecekleri…

Daha yapacak çok iş vardır, okunacak çok roman…

Elim hâlâ “niye yazıyorsun ki; o ölmedi” diyor kendince…

Ama âniden gidenler gibi gitti işte…

Gider ve ardından ne diyeceğini bilemezsin.

Kızarsın “niçin gitti?” diye erkenden…

Şükrü Karaca da öyle gitti. Sırasını beklemeden…

Daha yapacak çok işi vardı, yazacak çok şeyi…

İki güzel eser bıraktı bize.

Dünyayı Dolduran Kiraz ve Anestü Nara

Onun ilk şiiri Divan’da yayınlanmıştı.

Gıyaben tanışıklığımızı vicahiye çeviren Ali Akbaş oldu.

Sonra Ankara’da avukatlığa başladı.

Bir yandan da yazıyordu.

Fakat İlkokul öğretmenliğinden geçmişti Hukuk Fakültesi’ne… Öğretmenlikten sonra başka bir fakülte okuyanlara hep imrenmişimdir. Kendi geçimlerini evvel kazananlar… Ben de üniversitede okurken çalışıyordum. Öğretmen olmayı çok isterdim. Belki onu seminerlerle telafi ettim. Şeker Fabrikası’nda vagon tartıyordum geceleri…

İşte o yılların birinde çarpıcı mısralarına tanıklık ettik.

Sonra ara kesit iklimi yaşandı. Ben içeri girdim. Kafes’e…

Sonra Kafes romanımı yayınladım.

O sıralarda Doğuş Edebiyat çıkmaya başlamıştı. Orada yeni şiirlerini gördüm Şükrü’nün.

Türkiye Yazarlar Birliği’nde yönetime girdi sonra..

Hatta bir ara çay ocağı açtı. Sıhhiye’de Abdi İpekçi Parkı’nda… 

Oturup çay içmek ve sohbet etmek için en ideal arkadaştı. Kafa dengiydi. Açık yürekli, açık sözlü… Lafı eğip bükmezdi. Dobra dobur derler ya işte öyle…

Sonra Tansu Hanıma danışman oldu.

Onun beyniyle geçinen adam yakıştırmasına muhatap olması bu dönemdi. 

Belli ki önemli işler yapıyordu.

Sadece Türkiye içinde değil dışında da..

Diyanet Vakfı sayesinde yurt dışında da özellikle Türkmen coğrafyasında kritik mevzuları çözmeye çalıştığını biliyorum. 

Profesyonel siyasi danışmandı. Liderler elbet ondan çok şey öğrendiler. Her şeyden evvel duruş sahibi olmayı…

Şüphesiz farklı kesimlerin birbirlerini tanıması, empati yapması Türkiye’nin iç barışı için ve siyasi ahlakın gelişimi için önemliydi.

Şiirde Şükrü Karaca üslubu ve Şükrü Karaca mazmunları diye doktora tezi yazdırabilir edebiyat hocalarımız artık… Bakınız Münacat’taki şu sese:

“İşte ortasındayım bu konuşan “Sin”in

Sen nazar kılmazsan canlı 

olamam

Topal vezinlere uyarım söz öğretmezsen

Kelamın sahibi sensin

Ve başlatan

Ve bitiren.” 

Münacat yazanın Naat yazmaması olmaz. Diyanet’in Naat yarışmasında ikinci gelen eseri bu üslubun ve mazmun zenginliğinin ne kadar geliştiğinin bir göstergesidir artık:

“Ve Hıra 

Titredi ayağının altında Mustafa’sın

Dünya eşini görmedi o ânın

Ve İKRA!

Ve korku

Ve şüphe ve belâ

Muhammed durdu:

“Okuma bilmem!”

Bir vahiy rüzgârı sardı belinden

Sardı Cebrâil 

Sevgiliye fısıldadı yeniden;

“OKU!”

Ve Muhammed okudu.

“Bism-i rabbikelleziy halak

Halakal’insânee min alak.”

Şiirin sonunu bir vesile bulacağız. Bir peygamber hayatıdır anlatılan, bir siyerdir. Er geç sonu vardır. İşte o sonda bugüne geliriz, bir muhasebe imkânı yakalamak adına:

“Ey kendi çölünde kör-topal giden

Bedir kervanına geç kalmışsın sen

Geçmez bu pazarda kelimelerin

Gün bile şavkını O’ndan alırken.

Gördüğün perdedir boşa döğünme

Ne anlarsın o sarhoşluk, o zevkten.

Kime seslenirsin “cânâ” diyerek

Çıkıp bir Uhud’a cândan 

geçmeden.

Kusvâ’nın dahi bir ikbâl tâcı var,

Hayaline sığmaz o sây, o semen.

Git yolunu süpür kirpiklerinle

Bir hoşnutluk devşir sahi 

köleysen.”

Kirpiklerinle süpüreceksin ey çağdaş insan, yolunu. Başka çaren var mı? Şair öyle diyorsa öyledir. O sayın, o semenin hayalimize sığabilmesi için aşkla saçımızı değil; kirpiklerimizi süpürge etmeliyiz.

...

Ve Tanrı’ya yapılan yakarışın, efendiye yapılan övgünün ve derin muhasebenin ardından kendi gidişimizin izlerini sürmeliyiz, sanki…

“Alevden atlara bindiler

Dönmediler bir daha

Çağa bir ad koyun çağa

Bağıracaklarım var daha”