Murat Bardakçı İstanbul Üniversitesindeki kitap katliamını yazdı.

“Gerçekten vahim bir hata!” lafını sözlüklerin en iltifatkâr yaftası haline getiren bu vahşetin bir üniversite rektörü, bir YÖK başkanı ve bir Kütüphane Müdürü Prof eliyle işlenmesi bütün üniversite öğrencilerine öğretilmesi gereken bir ders konusudur.

Hani bir zamanlar arşiv belgelerinin tonlarca kağıt diye Bulgaristan’a satılması ihanetinde olduğu gibi…

Eskiden gaflet denirdi ama artık ihanet olduğu gün gibi aşikar.

Savcı adaylarına tuhaf sorular sorulduğunu Hürriyet yazarının köşesinden okumuştuk. Bazıları gerçekten tuhaf sorular.

Şimdi ben de bu tuhaflıklara yenisini katmak istiyorum.

Murat Bardakçı’nın vicdanlarda zaten yargılanmalarına sebep olan üç prof’un işledikleri suçun niteliği üstüne sorular sorulması lazım bence artık…

Devlete adam filan alırken bu üç katliamcının ismi sorulmalıdır.

Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu ve Meral Alpay…

EMANET ÜNİVERSİTELERE BIRAKILIR MI?

Sultan Abdülhamid Kütüphanesi acilen bence de Yıldız’daki asli mekânına kavuşturulmalıdır.

Üniversitenin bu emanete sahip çıkması pek zor gözüküyor.

Ne olur ne olmaz gerçekten…

Bugün üniversitelerin çoğu bölücü terör örgütü sempatizanları ve onlara yardakçılık yapanlar tarafından işgal edilmişe benziyor.

Rektörlük seçimleri bunun zeminini oluşturuyor.

Basiretsiz adamlar rektör seçiliyorlar.

Rektör adayları neredeyse seçmenlerinin elini öpecekler, yalvar yakar olmuşlar.

Böyle üniversite olmaz.

Acilen sistem değişmelidir.

Rektörler prof’lar arsından seçilmemelidir.

İşte Dicle, işte Ankara, işte Hacettepe, işte Boğaziçi…

Felaket…

Yönetilemiyor bazı üniversiteler…

Bilim hak getire…

Ötesi hadi diyelim bilim yok, güvenlik de yok… İnsanın değeri sıfırın altında…

Rektör; işletmeci, yönetici vasfı temayüz etmiş profesyoneller arasından seçilmelidir.

Adanmış profesyoneller ama…

Gerçekten iyi yöneticilik yapacak insanlar rektör olmalıdırlar.

Prof’lar arasından seçimle gelen rektörlerin üniversiteyi yönetebilmesi neredeyse imkânsızdır.

Sonunda da ne oluyor; seçimlere yaklaşıldıkça -ki zaten hep seçim atmosferi var üniversitelerde- goy goyculuk, adamsendecilik, olaylara müdahale etmeme, problemi pisliği hazır altına süpürme taktikleri… alıp başını gidiyor.

Dicle rektörü, terör örgütü insafıyla göreve gidip gelebiliyor belli.

Hacettepe Üniversitesi ortada…

Boğaziçi hakeza…

Ankara Üniversitesi de öyle…

Devlet kendi eliyle terör örgütüne teslim edilmiş…

Yürümez bu…

KİTAP DÜŞMANLARININ BİR BAŞKA VERSİYONU

“Kitap okumam” demek, aslında “kitaba karşıyım” demektir.

Kitaba karşı olanlara ne devlet teslim edilebilir, ne de köy bucak…

Mahalle muhtarı bile yapılmamalıdırlar.

Düşünsenize; adam, kitaba karşı…

Kitaba karşı olan, hakka hukuka riayet eder mi?

Kitaba karşı olanların davetine gidilir mi?

Hani okuman yazman yoktur, tevazu gösterirsin; ama irfanın vardır ve değme üniversite hocalarından daha ziyade hikmete ram olmuşundur, amenna…

Ama adam kitaba kesin ve keskinlikle karşı…

Böyle bir insanın yönettiği şehirde yaşamanın zilletlerin en büyüğü olduğunu bir ilim sahibi nasıl teslim etmez?

Hatta nasıl olur da onun komikliklerini seyre dalar?

Seyirlik bir başkent, halkını seyirci yapan bir anlayışa teslim olmak demektir.

Halkı seyirci olan bir ülkenin istikbalinden korkulur, pek korkulur!

KEMAL GÜRÜZ’LE ÇATIŞMAMIZ

Sayın Gürüz ile YÖK başkanlığı sırasında bir atışmam var.

Kendileri “Türkçe bilim değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” dediğinde siyah çelenkle makamına çıkarma yapmıştık.

Türkiye Yazarlar Birliği başkanlığımız sırasında idi.

O lafları söyleyen adam gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti; bize bir sürü kolpa çekiyordu, yağdanlık ve rüşvetler vadediyordu. Hani doktoramız vardı ya, üniversitelerin birinde, enstitülerde benden yararlanmalıymışlar filan…

Biz de bu sözün ne kadar yanlış olduğunu kanıtlamaya çalıştık.

1996 yılıydı.

Murat Bardakçı kitap katliamının bir daha yaşanmaması için hesap sorulmasının şart olduğunu yazıyor.

Aynen katılıyorum.

Bir başka hesabın da Türkçemize yapılan haksızlıklar ve hadşinaslıklar üzerine sorulması zarureti var.

Bu meseleler Balyoz’dan filan önemlidir.

Zira asıl darbeler beyinlerimize, gönüllerimize, ruhlarımıza karşı yapılıyor.

“DOKUNULMASI GEREKENE DOKUNULMALI”

Dokunulmazlıklar üzerine VİP salonlarının kaldırılması iyi bir adım olur diye yazmıştım.

Öyle ya halk içinde iken; dokunulmazken söyleyebilip yapabildiklerini tekrarlayabilirler mi?

Aziz dostum Özcan Yeniçeri ‘dokunulması gerekene dokunmak gerektiğini’ yazıyor.

Bunun her kademede olması lazım.

Başta da MHP’de dokunulmazlık zırhına bürünenlere…