TAM İKİ YIL ÖNCEYDİ

28 Ekim 2014 Salı günüydü. Öğleden sonra saat üç civarıydı.  Okuldan çıkmış, tramvayla eve dönüyordum. Telefon geldi: “Köyde Mehmet’in  ocağında öğle saatlerinde göçük olmuş. Seni aradık, ulaşamadık.”

Hemen telaşla yola çıktık. Göçüğün mahiyeti hakkında bilgim yoktu ama herhalde birkaç saate çıkarılırlar diye düşünmüştüm. Yolda karşılaştığımız, bize Ermenek’in ve ocağın yolunu soran Arama Kurtarma  görevlileri bize olayın bir su baskını olduğunu söylediler. Yolda yakıt aldığımız benzinlikteki televizyon da ocağa su dolduğunu, yirmi kadar işçinin mahsur kaldığını anlatıyordu. Ocağın olduğu dağa varışımız akşamı bulmuştu. Hava kararmıştı. Her taraf ana baba günüydü. Civar köylerden gelen köylüler, askerler, polisler, yetkililer ve acı içinde bağrışan, çığrışan inleyen, ağlayan aileler.

Ailelere bilgi veren Enerji Bakanı Taner YILDIZ, olayı ve durumu çok açık bir şekilde şöyle ifade etti: “Ocağa yaklaşık 120 bin ton su dolmuş. Suyun seviyesi, işçi kardeşlerimizin bulunduğu seviyenin çok üzerinde. Büyük bir faciayla karşı karşıyayız. İnşaallah bütün imkanları kullanarak kardeşlerimize en kısa zamanda ulaşacağız.”

120 bin ton su ne demekti, nereleri doldururdu, neleri nasıl yıkar geçerdi. Havsalamız almıyordu.

Ümitle beklemeye başladık. Önce gece saatlerinde çıkarılacaklarını düşündük, olmadı. Ertesi gün çıkacaklar diye bekledik, olmadı. Üç gün içinde çıkarlar diye düşündük, olmadı. Böylece 38 gün, tam 38 gün bekledik. İnsan bünyesinin dayanacağı bir bekleyiş değildi ama bekledik. Beklerken hep “acaba şimdi neredeler, nereye kaçtılar, ne düşünüyorlar” diye aklımıza geliyordu.

İşte bunu yazdım.

Kaybettiğimiz 18 canın aziz hatıralarına:

FÂCİA

“Kömür ocağında öğle molasındaydık. Otuz beş işçi getirdiğimiz azıkları açmış, çalıştığımız galerilerde, kazmalarımızın yanında küme küme oturmuş öğle yemeklerimizi yiyorduk. Hem sohbet ediyor, şakalaşıyor hem de katıklarımızı tüketiyorduk.

Birden hayatımda daha önce hiç duymadığım kadar büyük bir gümbürtü duydum. Ardından, önüne kattığı her şeyi sürükleyen, rastladığı her engeli yıkan sel misali bir kütlenin derinlerde hareket ettiğini hissettim. Elimde ısırdığım domates, çevremdekilere baktım. Hepsinin gözünde benim hissettiğim şeylerden doğan korkunun titremesi vardı. “Patlama bu, kaçalım!” dedi bir arkadaşım. Kaçmadan önce her gün yaptığımızdan olsa gerek azık çıkınlarını toplamaya başlamıştık. Ancak diğer arkadaşların çığlıkları ve kaçışma sesleri bu hareketi bırakmamızı sağladı. Herkes bir tarafa kaçıştı. Kaçarken diğer galerilerdeki işçi arkadaşların telaşlı bağırışlarını işitiyorduk:” Su geliyor, sel geliyor,kaçın! Yukarı, yukarı doğru gidin!”

Homurdanarak gelen devi andıran bir şeyin, şu kömür duvarlarının arkasından üzerimize geldiğini, hem de çok hızlı bir şekilde geldiğini tekrar iliklerime kadar hissettim. Yüksek bir yerler bulup sudan kurtulmalıydım. Yukarılarda bildiğim, kapatılmış, kör bir bacanın üst kısmına doğru tırmandım. Benimle beraber iki arkadaş da vardı. Hiç konuşmadan, anlaşmışçasına, aynı yere doğru düşe kalka, nefes nefese tırmanıyorduk. Bacanın üst ucuna vardık. Orada iki üç metre yükseklikte bir oyuk daha vardı. Eğer oraya çıkabilirsek kurtulur, su çekilinceye kadar orada beklerdik.

Ya grizu patlamasıysa! Ya büyük bir göçükse! Çıkış yolları kapanırsa! Günlerce beklemeyi göze almak gerekiyordu. Etraftaki eski kazılardan kalmış tomruk ve kalasları merdiven gibi kullanıp üçümüz de oyuk kısma çıktık. Artık suyun buraya çıkması imkansızdı. Bize sadece beklemek kalıyordu, saniyesi yıllar gibi gelen insana daralma hissi veren beklemek.

Bir köşeye oturdum. Derinlerden ve uzaklardan gelen çığlıkları, haykırışları, küfürleri dinleyerek derin düşüncelere daldım.

Rahmetli babamı ve anamı, yetimliğimi, çocuklarımın da yetim kalma ihtimalini düşündüm.

İşçileri, daha birkaç ay önce Soma’da ölen 301 işçiyi, güneşi, havayı, suyu, köyümü düşündüm. 

Ama biz kurtulacağız, sular çekilince buradan inip ocaktan çıkacağız. Arkadaşlarla sarılıp ağlaşıp evlerimize dağılacağız.

Ya ölürsek! Hayır, hayır suların buraya kadar yükselmesi mümkün değil. Hem ne kadar su olacak ki!

Ya ölürsek!

Oğullarımı, kızımı, karımı düşündüm.

Memleketi, ülkemi, dağları düşündüm.

Ocağı, kömürü,  patronu, verilmeyen maaşı düşündüm.

Yanımdakilere baktım. Gözleri tevekkülle yarım kapanmış, yüzlerinde hafif, acı, belli belirsiz bir gülümseme, düşünüyorlardı.

Gözlerinin kenarlarından akan birkaç damla yaş, kömür karasını yararak yüzlerinin rengini ortaya çıkarıyordu.