Derdimizi yazan kalem,
Niye böyle tez kırıldı?
Gün sabaha kavuşurken;
Emir’in suyu vuruldu…

İ.AVŞAR

ÖTEYÜZE GÖÇEN BİLGE: EMİR KALKAN

     “Öteyüz” Emir Kalkan’ın lügatinde ahiret anlamına gelirdi. Şimdi “öteyüz”e göçen kudretli bir yazarın, üstelik de kelimelere boyun eğdirmiş, söze hükmetmiş bir üstadın, bir can dostun, bir ağabeyin ardından, hatıraların eşiğine yüz sürerek bu satırları yazmak, kedere boğuyor insanı. Onunla farklı bir anlam kazanan bu koskoca şehri, birlikte gezdiğimiz sokakları, şimdi tek başına adımlamak da… 
     Aslında başkalarına koskoca bir şehirdi Kayseri. Emir Kalkan ile bizim Kayseri’miz, Kıvılcım Kitabevi, Aşıklar Kahvesi ve Yoğunburç Kültürevi’inden ibaretti. Bir de gün batınca, el ayak çekilince, derin sohbetlere daldığımız, birbirimize hikâyelerimizi okuduğumuz Seyyid-i Burhaneddin Kabristanlığı… Ve sıcak yaz gecelerinde, Keskinli Seyit Emmi’nin yanık kemanından dökülen nağmelere, ezgilere karışarak mest olup abdal türkülerine eşlik ederek çıktığımız Erciyes etekleri… 
      Emir Kalkan, hızla büyüyen, her geçen gün silueti değişen, azgın binaların dişleri arasında ezilen, ranta boyun eğip paraya teslim olan ve belediye kepçeleriyle, iş makineleriyle döşü, bağrı yarılan Kayseri’yi “sarhoş kocasından her akşam dayak yiyen kadına” benzetirdi. Bu yüzden sınırlıydı gittiğimiz mekanlar. Şehrin, eskiyi ve gariban insanlarını barındıran yıkık dökük sokaklarını dolaşırdık en çok. Bu şehrin sokaklarında hikaye kahramanlarımızı; yetim kızları gelin eden Kamer Hatun’u, türbeleri bekleyen Döne Bibi’yi, yokluk kılıcıyla kesilen Kırçıl Emmi’yi, sevdiğini alamadığı için ellere yerinen Godoş Ali’yi, zurnaya eyvah eyvah dedirten ama fülütü bir türlü çalamayan Abdal Muhterem’i, ekmek parası ecnebi bir futbolcunun atacağı gole bağlı olan Davulcu Adem’i, kağıt toplayıp satarak mahpustaki sevdiğine cigara parası yollayan Roman kızı Yeşim Su’yu arardık birlikte... 
       Ancak her on yılda kimlik değiştiren şehirler, aradıklarımızın üstüne çullanmış, bizim aradığımız mekanları, insanları ve aslında eskiye dair her şeyi yutmuştu. Emir Kalkan’ın “bizden” dediği insanlar da kaybolmuştu sanki. Kitaplarından birinin adına “Kayıp Yüzler”demesi boşuna değildi elbette. Bu yüzden Emir Ağabey, çocukluğunu, gençliğini öğüten, o yıkık dökük sokaklarda hayata tutunmaya çalışan insanların yaşadığı şehri; daha doğrusu “Kanatsız Kuşlar Şehri”ni özlerdi. Belki de bu nedenle, ömrü gibi avucunun içinden hızla kayıp giden “Kanatsız Kuşlar Şehri”ne, uzaklardan el sallamış, kaybolan şehrin ardından hüzünlü bir sesle mırıldanmıştı:“Hoşçakal Şehir…”
       Emir Kalkan tabiatıyla, şehir ve köyleriyle bozulmamış bir Anadolu’yu ve yiğit, mert, alnı açık, başı dik Anadolu insanını özlerdi. Hikayelerinin mekanı Anadolu, hikayelerinin kahramanları da özlemini duyduğu o insanlardı. Anadolu şehirlerinin İstanbullaşmasına ve bu süreçte de Anadolu insanının asil duygularından kopuşuna üzülürdü. “Biz, edebiyat dünyasına Anadolu’yu taşımakla mükellefiz, direneceğiz ve sazı gitara; zurnayı fülüte, ayranı kolaya, kömbeyi pizzaya mağlup ettirmeyeceğiz,” derdi. Ona göre Anadolu, savaşların, seferberliğin, acıların, kederlerin, ağıtların coğrafyasıdı. Bu yüzden, Anadolu’yu ve orada yaşayan insanları anlatmak, hem borcumuzdu hem de her babayiğidin harcı değildi. Bu coğrafyayı ve bu coğrafyanın insanını anlatmak için, üstada göre öncelikle “yaralanmış” olmak gerekirdi. Bu coğrafyayı “ağıtlardan dinleyeceksin,” der ve bazen gözleri dolarak, “Afşar Ağıtları”dan yürek dağlayan dörtlükler okur, ağıtların hikayesini anlatırdı.
   Buna adam dayanır mı?
   Onbeş günde iki şelek
   Beni serçe vursa yıkar;
   Benimle uğraşma felek!
     “Bizim dilimizdeki kıvraklık, bizim dilimizdeki hüzne yatkınlık, Avşar olmamızdan, Avşar Ağıtlarını dinleyerek büyümemizden kaynaklanıyor,” derdi. Kendisine ithaf ettiğim “Muhterem” adlı hikaye için, “bu hikaye değil, mektepten kovulan Muhterem’in zurnasına ağıt; benim Kırçıl Emmi de, yoksulluğa ağıt,” derdi. Onun, bir kültür hazinesi olan “Mor Feryatlar-Afşar Ağıtları” adlı eseriyse, yaklaşık elli yıllık bir derlemenin ürünüydü. “Ağıtlar, bir hadiseyi en kısa yoldan anlatır, vurdu mu yıkar! Ben yazarken ağıtlara özenirim, sözü uzatmam, vurur geçerim, bu yüzden ağıtlara çok şey borçluyum,” derdi. 
      Bazen, Emir Ağabey ile Yoğunburç Kültürevi’ne gelen edebiyat dergilerini toplar, bir masaya geçerdik. “Oku,” derdi, başlardım hikayeleri okumaya. Çoğu kez üç beş cümle okumama müsaade ederdi. Hemen kaşlarını çatar ve metnin yazarı hakkında hükmünü verirdi: “Bırak! Bu acının kıyısından bile geçmemiş!” “Sus! Bu hiç yaralanmamış!” “Yeter! Aşık bile olmamış!” “Sevdaya tutulmamış!” 
      Bir gün, Emir Ağabey Yoğunburç’a benden önce gelmişti. Vardığımda, elinde kırmızı bir kalemle, bir dergi okuduğunu gördüm. İki de bir, kalemle okuduğu metnin üzerine bir şeyler not ediyordu. Ben masaya vardığımda işini bitirdi, dergiyi önüme attı: “Bak, hikayeci ağabeylerin ne yazmış,” dedi. Dergiyi elime aldım, baktım. Hikayede altı çizilmemiş ve düzeltilmemiş beş on cümle vardı. Metnin kenarlarına kırmızı kalemle oklar çıkarılmış ve notlar düşülmüştü. Başımı kaldırıp gözüne baktım. Gözlerinde gülmeye hazır bir ifade vardı, benden bir şeyler bekliyordu: “Nasıl olmuş,” diye sordu. “Ağabey, öyle çok şerh düşmüşsün ki, metin kızamık çıkarmış çocuğa dönmüş,”dedim. Kahkayı bastı ve: “Bana bak, sözü gevelemeyeceksin, on cümleyle anlatacağın şeyi, iki sayfada anlatamıyorsan, hikaye yazmayacaksın, metne öyle yoğunlaşacaksın ki… Bir de, hikaye senin içini dağlayacak ve içinde yazılıp bitecek, sonra ıkınmadan kağıda dökeceksin,” dedi.
      Gerçekten de Emir Kalkan, bazen içinde hikaye yazar, yaratıcı bir gerilim yaşardı. Öyle anlarını sezerdim. Öyle anlarda onunla konuşmak isteyeni, ya yanından kovar ya da kendisi kaçardı. Bir gün, zihninde bir hikayeyi yazdığının farkına varmadan, onunla bir şiir üzerine konuşmaya ve sonra tartışmaya başladık. Şiirin şairi hakkında anlaşamıyorduk. O, şiirin Çıldırlı Aşık Şenlik’e; bense Sümmani Baba’ya ait olduğunu savunuyordum. Ben lafı uzatınca, sinirlendi, “Git,” dedi. “Seni kovuyorum, bir hafta gelme!” Ertesi gün, tek başına oturuyordu. Yasaklı olmama rağmen yanına vardım. “Niye geldin, daha sürgünün bitmedi!” dedi. Hazırlıklıydım, onun çok seveceği bir deyim bulmuştum: “Emir Ağabey, dedim. Sana bu durumla ilgili bir deyim, söyleyim, hoşuna giderse sürgünü bitir.” Söyle dedi. “Öksüz kovulduğu yere, it de dövüldüğü yere çok varırmış!” Kahkahayla güldü: “İşte Anadolu’nun irfanı bu! Gel, gel otur,” dedi. 
      Zihnimde onunla ilgili öyle çok söz, öyle çok hatıra var ki…Şimdi onunla birlikte adımladığımız o sokakları, uğradığımız o mekanları düşünüyorum... Düşündükçe bir deli yel esmeye başlıyor. Sonra bu yel, bir fırtınaya dönüşerek, içimdeki dingin denizi kırbaçlamaya, kabartmaya, çalkalamaya başlıyor. Azgın dalgalarla birlikte sulara gömülmesin diye, Emir Kalkan ile bağlı hatıraları yüklediğim bir sandal ile selamet bir kıyıya çıkmaya çalışıyorum. Hüzne batmış, kedere bulanmış, gözyaşıyla ıslanmış, şen kahkahalara boğulmuş hatıralar bir ırmak gibi çağlayarak geçiyor zihnimden…

Kıvılcım Kitabevi…

      Kıvılcım Kitabevi’ne gitmiştik. Kitabevinin müdavimleri vardı, biz onlara: Ehl-i Kıvılcım, diyorduk. Dinler tarihinde uzman Prof. Dr. Harun Güngör, 19. Dönem MHP Kayseri Milletvekili Hamdi Baktır, Araştırmacı Yazar Hüseyin Cömert ve diğer ağabeyler…Emir Kalkan önce, Türklerin kadim din ve inanışları konusunda ciddi araştırmalar yapan Harun Hoca’ya takılmıştı:
   - Harun Hocam, dinimizin durumu nasıl?
Harun Hoca da her defasında olduğu gibi ilginç bir cevap yapıştırmıştı:
   - Atalarımız, yazıyı önceden belleyip, bir kutsal kitap yazabilselerdi, şimdi elin dinine muhtaç olmazdık!
Sonra Hamdi Ağabey’e seslenmişti:
   - Hamdi Bey, devletimizin durumu nasıl?
Hamdi Ağabey de taşı gediğine koymuştu:
   - Gömleği çıkardılar Emir Ağabey! Durmadan gömlek değiştiriyorlar, bu yeni gömlekle, on sene daha idare ederler, Allah devlete zeval vermesin!
Sonra Hüseyin Cömert Ağabeyi işaret ederek, bana şikayet etmişti: 
   -Bak, o da senin pirlerinden! Türk Büyüğü! Partiye Hara Güre! Kontrgerilla! Derin devlet! Bize ağzımızın tadıyla bir “devrim” yaptırmadılar! Günümüzü buluttan çıkarmadılar…Bunlardan yediğimiz dayağı biz biliriz!

Aşıklar Kahvesi…

     Aşıklar kahvesi bizim en çok uğradığımız mekanlardandı. Aşık Meydanî’nin pir elinden bade içmişliği var, onun pirliğine iman etmiş hayli de müridan… Üstelik Meydanî Baba, vaktinde saygın şeyhlerden ders almış, ehl-i tarik, ilim irfan sahibi, saygın bir aşık… Bu nedenle, Aşıklar Kahvesine onun müritleri, yetiştirdiği aşıklar, saz çalıp türkü söyleyenler, meczuplar, acizler de takılıyordu… İkindi vaktiydi. Aşıklar Kahvesine vardık. Aşık Meydanî, Kul Mustafa’ya veryansın ediyor, Kul Mustafa ise oralı bile olmuyordu. Meydanî Baba bizi görünce, sesini biraz daha yükseltti:
  -Üstadlar, hele gelin. Sizi Allah gönderdi. Kul Mustafa’nın bana ettiğini duydunuz mu? Ben anlatayım, siz de hakem olun, Allah için hak verin, dedi ve olayı anlatmaya başladı: Emir üstadım, bu saygısız herif, benim şiirimi, kasete okumuş...
Emir Ağabey:
   - Eee, Kul Mustafa senin çırağın değil mi? Okusun, ustasının eserini okumuş, ne var bunda?
   -İyi de üstadım, kendi şiiri gibi okumuş, benim mahlasımı tapşırmamış!
“20. yüzyıl Halk Şairleri Antolojisi”nin de hazırlayıcısı ve dönemin tüm aşıklarının saygınlığını kazanmış olan Emir Ağabey, gerçekten sinirlendi, kaşlarını çattı ve Kul Mustafa’ya döndü:
   - Niye Meydanî’nin mahlasını tapşırmadın lan, ayıp değil mi!?
Kul Mustafa, istifini bozmadan, öyle bir cevap verdi ki, Emir Ağabeye sadece kahkaha atmak kaldı. Kul Mustafa sıyrılıverdi işin içinden:
   - Emir Ağabey, ben bu mübarek zatın adını nasıl ağzıma alayım? Vallahi, ağzım eğilir!

Ervah-ı ezelden dost olduğumuz meczuplar:
Orhan Baba
      Aşıklar Kahvesinin müdavimi olan ve oraya takılan herkesin çok sevdiği bir Orhan’ımız var. Küçükken menenjit, bir de çocuk felci geçirmiş. Konuştuğu pek anlaşılmaz ama; onunla sohbeti ilerlettikçe ne dediğini anlarsınız. Yürürken, hele koşarken, düşecek diye içiniz gider. Ama Allah esirger onu, hiç düşmez. Yaz kış takım elbise giyer, kravat takar. Belinde iki tane oyuncak tabanca, şehrin haracını toplar(!) 
     Biz de Emir Ağabey ile Orhan’ı ne zaman görsek, eline ayağına kapanır, bir emri olup olmadığını sorardık. Bazen de can düşmanı Aydemir’in bizden haraç aldığını, söyler şikayet ederdik. Orhan tabancasını çekip Aydemir’i aramaya başlardı.. Çakmak, sigara, tespih, anahtarlık, bizden ne istese, verirdik Orhan’a. Uzun zamandır görmüyordum Orhan’ı. Geçen gün, kaleiçinde, arkamdan bir el çekti beni. Dönüp baktım, Orhan… Sarıldık, öpüştük. Gözlerime öyle baktı, öyle baktı ki… Sigarasını derinden çekti, elini cebine attı ve yeşil bir çakmak çıkartarak bana uzattı. Hala gözlerime bakıyordu ve gözleri sanki dolmuştu. Ne demek istediğini pek anlamadım.      Sonra:
   -Al, Emir Abinin çakmağı, dedi. Emir Abinin çakmağı!!!


Yusuf Ağabey
     Emir Ağabeyle, çayını çok sevdiğimiz, kale içindeki çay ocaklarından birine oturmuştuk. Çaylarımızı yeni yudumlayıp sigaralarımızı tüttürmüştük ki, Yusuf Ağabey geldi. Uzun bir paltosu, başında takkesi, elinde asası vardı. Bir ortaçağ dervişi gibiydi. Gelip yanımıza oturdu. Emir Ağabey:
   -Yusuf Ağabey, hoş geldin, dedi.
   Yusuf Ağabey kızdı, elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı ve:
   - Adımı söyleme, dedi.
    Emir Ağabey de sesini iyice kısarak tekrar sordu
    - Niye?
    Bu kez eliyle yukarıyı göstererek cevap verdi:
   -Benim nerde olduğumu bilmiyor! Şimdi burda olduğumu anlarsa, başıma    olmadık iş açar!
   Sonra Emir Ağabey, ervh-ı ezelden bir diğer dostumuzu sordu:
   -Kıyas Ağabey nerelerde, görüşüyor musunuz? 
    Yusuf Ağabey, yine eliyle yukarıyı işaret etti:
   -Ömrü tamam oldu diye emir geldi, Kıyas’ı boğdum attım! Haberin yok mu?

 Emir Ağabey dizini dövdü. Kıyas Ağabey hakka yürümüştü…
 Çayını bitiren Yusuf Ağabey, asasıyla omzuma vurdu, sigarasının paketini gösterdi:
 - Her adama söylenmez, dedi.
 Ben koşup aynı sigaradan aldım geldim. Çayını bitirmişti, ayağa kalktı.
 -Gördünüz mü, dedi, adamın kırk tane var, bizim bir tane bile yok!
 İkimiz birden sorduk:
 -Kim?
 -Somuncu Baba, dedi. Onun kırk makamı var, bizim bir mezarımız yok!

 

 

                                      ***

      Ne zaman içli bir türkü dinlese, ne zaman ezip geçse yüreğini hoyrat bir ezgi; ya da sevdaya adanmış birkaç mısranın ateşinde yanıp kavrulsa, gecenin kırkı da olsa, bir “okuntu” salardı. Birlikte yanardık… Karacaoğlan, Seyranî, Sümmanî Baba, Sefil Selimî, Meydanî, Neşet Ertaş…, artık kim yakmışsa “sevdanın ateşini” ya da “aşkın mumunu”, biz Emir Ağabeyle, gönüllü pervane kesilirdik. Çoğu kez dinlediği ezginin fonunda, dişlerini sıkarak: “Dinle emmioğlu!” derdi. “Dinle! Bu kederi, bu acıyı bizim gibi kavrayan olmaz! Biz işte buyuz! Anadolu bu! Al, bu dizeyi, şerh et, aşk üstüne roman yaz...” Yoğunburç’ta, sur dibinde buluşurduk ertesi gün… O ezgiyi nota nota; o şiiri mısra mısra şerh ederdik.
      Emir Ağabey: “Emmioğlu, adam öldü mü, birdenbire ölmeli,” derdi. Sözünün eriymiş, öyle de yaptı...Ecel aldı, yer gizledi. Türk Edebiyatı, bir büyük değerini kaybetti Ben se hikayelerimi ilk kez okuyan ve bana güç veren üstadımı, o bilge insanı kaybettim. Emir Kalkan “Öteyüze” uçup gitti, “uçmağ”a varır inşallah. Amin.

İmdat AVŞAR