EY GÜZEL KIRIM!

 

Birkaç gün önce İstanbul’da, Kırım’dan gelen aydınların ve Türkiye’de faaliyet gösteren Kırım Türk Derneklerine üye değerli dostların kurduğu çay sofrasına, daha doğrusu Kırım Türk’ü kardeşlerimin gönül sofrasına misafir oldum. Sohbet etmeye başladık. Dostlarım, Ukrayna’da meydana gelen malum hadiselerden dolayı Kırım Türklerinin içine düştüğü durumu mülahaza ediyorlar, mevcut durum hakkında bilgi alışverişinde bulunuyorlardı. Hemen hepsinin gözünde de bir hüzün, kaygı, keder ve geleceğe ilişkin endişenin izleri vardı.

“Kırım Türklerinin geleceği ne olacak,” diye dertleşiyorlar, çeşitli düşünceleri dile getirerek çare üretmeye çalışıyorlardı.

***

Kırım Türk’ü dostlarımı, uzun yıllardan beri tanıyorum. Onların gözlerinden keder, acı, endişe ve kuşku dolu bakışlar hiç eksik olmadı. Sanki bu acılar ve kederler, yüzyıllar önce onların gözlerine, bakışlarına sinmişti ve asırlar boyu, kuşaktan kuşağa geçerek devam ediyordu… Ben Kırım’ı gönlümce gezmek, görmek ve tanımak imkânı bulamamıştım; ama Kırım Türk’ü dostlarımız eşliğinde, o kadim ve güzel Türk yurdunu, kısa bir süre de olsa, görmüştüm.

Onların gözlerinde, yıllar önce yaşadıkları sürgünün azap ve eziyetinin verdiği acıların derin izlerini görmek hiç de zor değildi... Ama buna rağmen, yıllar sonra tekrar ana vatanlarına döndükleri için, durmadan Allah’a şükrediyorlardı. Sonra da kedere, ağıtlara, feryatlara alışmış insanlar: “Atalarımızın ve bizim yaşadıklarımızı; evlatlarımız, çocuklarımız, torunlarımız yaşamazlar inşallah,” diye duaya duruyorlardı. Kırım Türklerinin geneli yoksul, fakir, zavallıydı. Onlar kısa bir ömre, biri sürgün; biri de ana vatana dönüş olmak üzere iki ağır “göç” sığdırmışlardı. Yerlerinden, yurtlarından, sıcacık yuvalarından sürgün edilmişler; ama yeniden vatana dönme azmini kaybetmemişler ve sonunda dönmüşlerdi.

Dertleri, sıkıntıları o kadar çoktu ki, sosyal problemlerinin yanında, ana dilde eğitim, milli kültürü ve milli benliği koruma, muhafaza etmek gibi zorluklarla da karşı karşıya kalmışlardı… Ama evlerine, yurtlarına dönebildikleri için ellerli gökte, dilleri duada, şükürdeydi… Ümitlerini hiç kaybetmiyorlar, geleceğin daha iyi olacağını, Kırım Türklerinin bir daha bu azapları, haksız sürgünleri, insanı canından bezdiren ağır göçleri yaşamayacağını dile getiriyorlardı. Bense her defasında, onların dualarına canı gönülden “âmin” diyerek karşılık veriyordum…

Kırım güzeldir; ama bence Kırım’ı daha da güzelleştiren Türklerin buradaki köklü tarihi, bıraktıkları sanat eserleri ve kültür abideleridir. Başkent Bahçesaray’daki Kırım Hanlarının sarayı İstanbul’daki Topkapı Sarayını hatırlatıyor ve her gelen ziyaretçiye, köklü bir tarihten bu güne kalan izleri seyrettiriyor…

Kırım’a gittiğimde, Kırım Hanlarının mezarlarını da ziyaret etmiştim; ama beni en çok etkileyen “Zincirli Medrese” olmuştu. Medreseye girmek isteyenlerin, kapının girişine asılmış ve sallanmakta olan zincirin altından geçmeleri gerekiyor. Biz de iki kat eğilerek bu zincirin altından geçmiştik... Bu medresede, Kırım Hanlarının şehzadelerine ve saray efradına dersler veriliyormuş. Kapıya niçin zincir asıldığını sorduğumda: “İlmin, bilginin ve âlimin karşısında sultanların bile eğilmesi gerektiğini hatırlatmak için,” dediler.

Kırım’da Türklerin ve Müslümanların kimliği, hakları uğrunda mücadele yürüten Gaspıralı İsmail Bey’in mübarek evini, onun “Tercüman” gazetesini çıkardığı binayı ve bu büyük fikir adamının kabrini ziyaret edip, onun ruhuna Fatihalar göndermiştik. Gaspıralı İsmail gibi nice aydınlar ve fikir adamlarımız olmasaydı, kim bilir daha ne büyük acılar yaşayacaktık… Bugün, tutunabileceğimiz bu abide isimler olmasa, Türk milletinin sonu ne olurdu acaba?

***

...Kıpçak asıllı Tatar kardeşlerimizin kurduğu ihtişamlı Altınordu Devletinin devamı sayılan Kırım Hanlığı, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Devletine katılmıştı. Bu, Osmanlı Devletinin gücüne güç katmış ve cihan hakimiyeti mefkuresi taşıyan Osmanlıların stratejik açıdan büyük bir üstünlük sağlamalarına neden olmuştu. Kırım, Osmanlı Devleti için hayati önem taşıyordu. Tatarların ve Osmanlıların bu birleşmesi, bu kutlu Kıpçak- Oğuz ittifakı Yavuz Sultan Selim’in Kırım Hâkimi Mengü Giray Han’ın kızı Ayşe Hafza Sultan ile evlenmesiyle, daha da güçlenmişti. Böylece Mengü Giray Han bölgede istikrarı sağlamış, ve Kırım’da büyük bir medeni inkişaf başlatmıştı…

Kırım’ın ve buradaki Türklerin huzuru, Çarlık Rusya’sının güçlenmesi; Osmanlı Devletinin de zayıflamasıyla bozulmaya başlamış. Kırım’ı yavaş yavaş ele geçirmeye başlayan Çarlık Rusya’sının 1783 yılında Bahçesaray’ı alarak şehri yakıp yıkmasıyla acı dolu günler başlamış... 1873 yılından 1922 yılına kadar, tmı tamın 1 milyon 200 yüz bin Kırım ve Kazan Türk’ü (Tatarı) kendi yerinden yurdunu terk ederek Türkiye’ye göç etmiş... O döneme göre 1 milyon 2 yüz bin insanın ne demek olduğunu izaha gerek yok. Göç eden Türklerin yerine Ruslar getirilmiş Kırım’a ve Kırımın türk kimliği de böylece değiştirilmeye başlamış...

Türkiye’ye göç etmeyi reddederek her türlü zorluğa göğüs gerek ana vatandan yaşamak isteyen Kırım Türkleri ise 1944 yılında Stalin’in zulmü ile karşılaştılar... Stalin, Kırım’da kalan 302 bin Tatar Türk’ünü, Orta Asya’ya sürgüne gönderdi ve böylece Kırım, Türklerden arındırılmış oldu. Buzalimce sürgün kararını vermek için “sebep” bulmaktan kolay ne vardı ki? “Sebep neymiş? “Kırım Tatarları, Faşist Hitler Almanya’sına yardım ediyorlarmış!” Ama bütün bu iddiaların doğru olup olmadığı, yukarıda yüce Allah biliyor. Ve aklı başında olan, düşünen her bir insan da; o zaman ki belgeler ne yazılırsa yazılsın, asıl amacın Kırım’ı Türklerden arındırmak ve copğrafi soyırım yapmak olduğunu biliyor!

Alah Fisher “The Crimean Tatars ( Kırım Tatarları)” adlı kitabında şunları anlatıyor: “O zaman 300 bin Kırım Türklerinin 18 yaş yukarısı nüfusu 95 bindi. Bu insanların 53 bini Sovyet ordusunun saflarında Hitler Almanya’sına karşı savaşmışlardı ve aralarında madalya alanların sayısı hiç de az değildi. 12 bin kişi yeraltı direnişte görev almış, 30 bini bu savaşta helak olmuştu... Stalin’in Kırım Türklerini kendi yurtlarından sürgün etmesi için hiçbir gerçek sebep yoktu. Üstelik 1944 yılında Hitler Almanya’sı artık çökmek üzereydi ve Kırım, Sovyetler Birliğinin hâkimiyeti altındaydı. Stalin’in esas derdi, Kırım gibi stratejik açıdan son derece önemi bir bölgeyi, Türklerden arındırmak ve Ruslaştırmaktı…”

Stalin, ne yazık ki, bunu başardı! Çok sayıda Kırım Türk’ü, bu büyük sürgünde, çileli yolculuklara dayanamayarak yollarda helak oldu ve onların acılarla dolu sürgün hayatı böyle başladı ve nihayet Kırım, 1954 yılında, o zaman Sovyetler Birliği üyesi olan Ukrayna’ya bağlandı...

...Ama bu ağır sürgün bile Kırım Türklerine ana vatanlarını, yurtlarını, yuvalarını unutturamadı. Kırım Türkleri, çok sevdiğim, değerli dostum ve kardeşim, dost olmakla her zaman övündüğüm Mustafa Cemiloğlu’nun liderliğinde, daha Sovyetler Birliği döneminde büyük bir mücadeleye başladılar. Cemiloğlu’nu, bütün dünya, “Tatar Gandi” olarak tanıdı. O, barışçı yollarla mücadele ediyordu, açlık grevine başlayarak, haksızlığa uğradıklarını bütün dünyaya duyurmaya çalışıyordu…

Nihayet 30 yıl önce Kırım Türkleri kendi ana vatanlarına dönme imkânına kavuştular. Büyük zorluklarla, eziyetlerle, yokluklarla; ama ümitle, aşkla, yeni bir göçe başladılar!

Kırım’da öyle aileler gördüm ki, belki yiyecek ekmekleri yoktu ama hep bir ağızdan: “Çok şükür, evimize, yurdumuza yuvamıza döndük,” diyorlardı. Kırım Türklerinin, Kırım’daki nüfusu yaklaşık 300 bin kadardır. Nihayet biraz rahat ve huzur bulacağız” diyorlardı… Ama şimdi de Ukrayna meselesi çıktı. Ukrayna ve Kırım yine Avrupa ve Rusya’nın çekişme ve çatışma merkezinde yer almaya başladı. Bölgede yine gerilim, yine huzursuzluk, yine istikrarsızlık, belirsizlik var!

Bir gün Strasburg’ta Kırım’dan gelen Türk kardeşlerimiz ve bacılarımızla oturmuştuk. Çay içip sohbet ediyorduk biraz…  O kadar huzursuz, o kadar endişeliydiler ki… Bu kadere ne diyeceksin?

Ey güzel, ey başı belalı Kırım ve Kırım Türkleri! Allah yardımcınız olsun!

 

ÇEVİRİ: İMDAT AVŞAR