AÇ KAPINI SANA GELDİM

“Kapını aç, kapını aç... Sana geldim, kapını aç... Bu dünyadan, öbür dünyadan boyumun ölçüsünü aldım... Ezel ve ebed arasında, kaç mevsim gezip tozdum... Sığamadım bu âleme, sana geldim, kapını aç...  Yoldaşım var, iki kişiyiz ki, günah benden hiç ayrılmaz...  Yalnız değilsem ne çıkar? Yer gök sığmış o kapıya... Bizi de al… Kapını aç, kapını aç, kapını aç...”         Samiha Ayverdi/Hancı                                     

İnsanın elini ayağını kesen bir ayaz vardı. Ben o soğuk kış gününde, bir akşamüstü, güneş batmak üzereydi... Konya’daydım… Aşk Güneşi Şems ile baş başa kalmıştık. İkimiz de konuşmuyorduk... Derin bir sükut içindeydik, sadece sükût konuşuyordu... Tıpkı şairin dediği gibi bir ortamdaydık: “Bırak, sükût konuşsun, biz ikimiz susalım…” Çok soğuk olmasına rağmen hiç üşümüyordum, bir süre önce bedenimi saran üşüme hissi, sessizce çekilip gitmişti bedenimden. Hazreti Şems’in, Aşk Güneşi’nin huzurundaydım. Belki bu yüzden; belki de onun huzurunda olmamdan, iç dünyamın aydınlanmasından, içinde bulunduğum hâlin kendime ayan olmasından dolayı üşümüyordum. 


 Ona her şeyi uzun uzun anlatmaya gerek olmadığını biliyordum. O da, benim niye geldiğimi biliyordu, tıpkı geleceğimi bildiği gibi… Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyordum. Onun söylediklerini duysam da, kulaklarımla işitmiyordum elbette. Birdenbire kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım. Neden ağladığımı bilmiyordum ama hüngür hüngür hem de hiç durmadan ağlıyordum. Sanki uzun yıllardır içimde, sadece bu gün için birikmiş gözyaşı vardı ve o yaşlar şimdi gözlerimden akmak için bir yol bulmuştu. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da fısıltıyla bir şeyler söylüyordum. Ama daha sonra ne söylediğimi dahi hatırlayamadım... 
O ise... Susuyordu, hep susuyordu... 
İlahi! Sükût da konuşur, anlatır, duyulur, hissedilirmiş...
İlahi! Sükût da insana huzur verebilirmiş...
Bu sükût… Sanki bana bir şeyler söylüyordu... 
Sanki bu sükût bana: “Niçin can ve gönül aynasına bakıp kendini aramıyorsun? Niçin aramıyorsun,” diye soruyordu...
Bu şekilde ne kadar devam etti, ne kadar ağladım bilmiyorum. Ama artık hava kararmış, akşam olmuştu. Beni buraya getiren sürücüyü düşündüm. Bu soğukta, dışarda bekliyordu. Birazcık sakinleşmiştim ki, Aşk Güneşi’nin fısıltılarını duymaya başladım.


–Ağla, diyordu, ağla... Ağla ki, durulsun, temizlensin yürek... Ağlayan yalnız gözlerin değil... Gönlün de ağlıyor... Ağla... Nefs-i Levvame merhalesine giden “yol” kendini itiraftan ve itirafla akıtılan gözyaşları içinden geçer. Ağla. İçine yolculuk edeceksen, için temizleninceye kadar ağlamalısın... Bu gözyaşların, genç ömründe çektiğin bütün azap ve eziyetler, yaşadığın ağrılar, acılar, zorluklar seni Rabb’ine daha da yaklaştıracak. Utanma... Korkma... Ağla... İtiraf et... Samimi ol… Temizlen... Durul…
Ağlıyordum... İtiraf ediyordum... O’na anlatıyordum... Şahidim ise Aşk Güneşi Şems idi... O’na yalvarıyor, Şems’in yüzü suyu hürmetine de olsa, bana hakikate giden “yol”un ikinci merhalesinin kapısını açtığı, Nefs-i Levvameye giden “yol”a düşme niyeti, gücü ve izni verdiği için O’na şükrediyordum...  
Çünkü okumuştum, biliyordum, bu dünyada insanların pek azı bu merhaleye geçebiliyorlardı... 
Bu yüzden gözyaşları içinde, Nefs-i Emmareden kurtulmama yardım ettiği için, hiç durmadan O’na şükrediyordum...

İnsan Nefs-i Emmareden kurtulmaya başladığında, nefsinin yenilmez isteklerini, tamahkâr alışkanlıklarını ayırt ediyor ve onları düzeltmek niyetiyle harekete geçiyor. Ancak bundan sonra içe doğru bir yolculuğa çıkmanın Nefs-i Levvame merhalesine geçmenin mümkün olduğunu anlıyorsun. 
Ben kendi içime doğru “yol”a çıkmış, yolculuğa başlamıştım ve Şems bu yolda bana pek çok şey öğretebilirdi.
Şems, sükût lisanı ile bana: 
– Çok zor olacak bu yolculuk, diyordu...  Dinle, içe doğru yolculuk çok ağır, çok çetindir... Durmadan kendinle, nefsinle amansız bir mücadeleye girişmelisin. Senin asıl mücadelen, asıl “yol” şimdi başlıyor. Yavaş yavaş, adım adım ilerleyeceksin. Bu “yol”daki zorluklar seni asla korkutmasın.
Onun fısıldayan sesini işitiyordum, gittikçe daha açık ve daha etkileyici oluyordu. O konuşuyor, ben cevap vermeden dinliyordum:
– Artık gözlerin uzağa değil, kendi içine bakmaya başladı. Nefs-i Levvame merhalesindesin... Nefs-i Emmareden farklı bir merhaleye geçtin... 
– ...
– Her zaman başkalarını suçlamaktansa, daima kendinde kusur aramalısın, bu da hiç kolay değildir... 
– ...
– Olup bitenlerle ilgili, yaşadığın şeylerle ilgili, hep başkalarını değil, kendini eleştirecek, kendini tenkit edeceksin, insanın kendini eleştirmesi de kolay değildir...
– ...
– Sürekli nefsine “dur” demek ve onu terbiye etmek, hiç kolay değildir... 
– ...
– Yorulmadan, kendinle hesaplaşmak, nefsinle savaşmak, kolay değildir... 
– ...
– Korkma,  diyordu Aşk Güneşi... Bazen hatalar, yanlışlıklar da yapacaksın… Ama derhal yaptıklarından pişmanlık duyup Allah’ın huzuruna çıkarak pişmanlığını dile getirir ağlarsan, nefsini sorgular, kınarsan, yeniden Nefs-i Emmare merhalesine dönmezsin... Korkma... Bu durumları sık sık kendi içinde de yaşayacaksın. Ama Hakka karşı mahcubiyet hissedip gözyaşı döktüğün vakit bu hataları, yanlışlıkları tekrar etmek yerine; olgunluğa erecek, hakikate, hakka giden “yol”un diğer mertebelerine çıkabileceksin...
– ...
– ...Ama O’na gitmek istiyorsan, hakikati, Hakk’ı bulmak istiyorsan bundan başka “yol” yoktur... Kamil insan olmak istiyorsan bundan başka “yol” yoktur...
Nihayet, bir cümlelik soru sordum hem de yalvarırcasına sordum:
– Sence, ben bu “yol” ile gidersem, menzile varabilecek miyim?
– Kendine sor, dedi Aşk Güneşi, kendine sor!
– ...
– Ama hiç bir zaman unutma, nereye dönersen dön, Allah oradadır... 
– ...
– ...
...Böylece sükut içinde başlayan sohbetimiz, sonunda yine sükut ile tamamlandı, her şey sessizliğe büründü. Ancak Aşk Güneşi içimdeki buzları eritmiş, küller altındaki koru ateşlemiş, alevlendirmişti...

ÇEVİRİ-İMDAT AVŞAR